Zira ârif, kendisi yukarıya çıkıyor, basamaklara basar; lâzım dikkat-i nazar.
Fakat âşık, birisi onu yukarı çeker; hür kalır, mukayyed kalmaz.
Demek veliyy-i âşık, muhtî ise, yine binefsihi hâdidir, ligayrihi mudilldir.
Fakat ârif muhtî ise, mudill, hem dâll olur, iktida da edilmez.
Bu sırdandır, bir kısmı güruh-u ârifînden
idam ve idlaline sebep olan rumuz ve şathiyyat ki tevili götürmez.
Zümre-i âşıkîni rumuzdan çıkardılar, işarat şathiyatı sarihan söylediler.
Yine nazar-ı ümmet, onları tazim etti, onlara ilişilmez.
Bu sırdandır, Muhyiddin, Câmi ve İbnü’l-Farid, İbn-i Seb’în beraber
işaret-i şatahatta birbirine benziyor, telâkkide benzemez.
Vakta ki Muhyiddin’in irfanı galib çıktı aşkına, sebep oldu ki işaratı
yağdırdı ona dehşetli oklar, ta Selim’e keşfoldu remz.
Fakat Câmi aşıktı, vazıhan tasrih etti, hem hürmetle yaşadı.
Oklardan selim kaldı, hem tenkid de edilmez.
İbnü’l-Farıd a’şak, o a’raf Muhyiddin’den daha ileri gitti,
ümmetin itabından ondan geride kaldı; kusuruna bakılmaz.
İbn-i Seb’în’in vakta sözünde safi bir aşk pek de görünmez oldu,
Nazarvarî kelâmı sebep oldu ki, yine ona isnad-ı ilhad oldu, kendini kurtaramaz.
Eğer desen: Muhyiddin kelâmında tehalüf, belki tenakuz vardır.
Ben derim: Elbette o zat, görmüş de demiş; görmezse hiç söylemez.
Lâkin nasıl görünse bir şey, nefsü’l-emirde aynen öyle olması
her dem lâzım gelemez. Basar doğru görüyor, yanlış hüküm ediyor,
bazen basiret öyle tamamını göremez.
Eğer Muhyiddin dese: “Gördüm.” Doğrudur, görmüş.