Şeytan dedi: Zannınız, nazımdaki letaif derece-i i’cazdır.
Meziyet-i kelâmî şu farz ile değişmez.
Yine döndü o insan, dedi: Tam bâtılı iltizam demek olan
bu farzdan muzahref ve farazi bir sahib-i kelâm çıkar, tedehhüş eder vicdan.
O mefrazdan öyle müthiş noktalar gelir.
Değil i’caz-ı belâgat, belki bütün meziyeti mahveder.
Döndü yine o şeytan dedi: Neden öyledir? O insan dedi:
Zira tahkik ve insafa zıt o küfrî farzında –eliyazübillâh!–
bir mecmua-i riya, bühtan farzetmek demektir.
Bu farza şeytan dahi elbet cesaret etmez. O dedi:
Şeytan olmasaydım, tasdik ederdim seni ey insan!
Fakat bu noktadan veririm kâfirlere şüpheler, müminlere vesvese.
Bundan o mülzem oldu, başka şüpheye döndü yine o şeytan, dedi:
Beşerle hem beşer gibi konuşmak nasıl ona yakışır.
Hem nasıl da konuşur, azameti tenezzül etmez? Döndü dedi de insan:
أَلَا يَعْلَمُ مَنْ خَلَقَ bir düstur-u kat’îdir, ﺍَﻟﺎَﻳَﺘَﻜَﻠَّﻢُ ﻣَﻦْ ﻋَﻠِﻢَ
o düsturun lâzımı mütekellimdir bîgüman, ola mekânı her zaman.
Evet, dünya içinde insan, insan içinde lisan, lisan içinde beyan,
beyan içinde kelâm, kelâm içinde hurûfu halk eden Hallâk-ı Rahman.
Hem lisanımızı, hem lisanımız içinde hurûf ve kelimatı halk eden,
dahi hem tamamıyla bilen o Zülkelâm, Zülkemal o Rahîm, Mennan,
kendi tenezzülât-ı rahmetiyle bizim lisanımızla,
tarz-ı beyanımızla neden konuşmasın bizimle?
İşte Tevrat, Zebur’la Suhuf ve İncil ve Kur’an.
Evet, rububiyet istiyor, ulûhiyet muktazî;