Ulaşmaz dest-i edeb-i Garb-ı hevesbâr-ı hevakâr-ı dehâdar
De’b-i edeb ebed-müddet Kur’an-ı ziyabâr-ı şifakâr-ı hüdâdar (1)
Kâmilîn insanların zevk-i meâlisini hoşnut eden bir hâlet, çocukca bir hevese,
sefihce bir tabiat sahibine hoş gelmez, onları eğlendirmez.
Bu hikmete binaen, bir zevk-i süflî, sefih, hem nefsî ve şehvanî içinde
tam beslenmiş; zevk-i ruhîyi bilmez.
Avrupa’dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat, romanvarî nazarla,
Kur’an’da olan letaif-i ulviyet, mezâyâ-yı haşmeti göremez, hem tadamaz.
Kendindeki mihengi ona ayar edemez.
Edebiyatta vardır üç meydan-ı cevelân; onlar içinde gezer, haricine çıkamaz;
Ya aşkla hüsndür, ya hamaset ve şehamet, ya tasvir-i hakikat.
İşte yabanî edebse hamaset noktasında hakperestliği etmez.
Belki zalim nev-i beşerin gaddarlıklarını alkışlamakla
kuvvetperestlik hissini telkin eder.
Hüsn ve aşk noktasında, aşk-ı hakiki bilmez.
Şehvet-engiz bir zevki nefslere de zerkeder.
Tasvir-i hakikat maddesinde; kâinata sanat-ı ilâhî suretinde bakmaz,
bir sıbga-i rahmanî suretinde göremez.
Belki tabiat noktasında tutar, tasvir ediyor; hem ondan da çıkamaz.
Onun için telkini, aşk-ı tabiat olur. Maddeperestlik hissi, kalbe de yerleştirir;
ondan ucuzca kendini kurtaramaz.
Yine ondan gelen, dalâletten neşet eden ruhun ızdırabatına,
o edepsizlenmiş edep müsekkin, hem münevvim; hakiki faide vermez.