Dedim: Nasıl kâinat söndürülmezse, iman-ı İslâmî de sönemez.
Öyle de zeminin yüzünde çakılmış mismarlar hükmünde her an olan
İslâmi şeair, dinî minarat, ilâhî maabid, şer’î maâlim itfa olmazsa,
İslâmiyet parlayacak an be-an!
Her bir mabed bir muallim olmuş tab’ıyla tabayia ders verir,
her maalim dahi birer üstad olmuştur;
onun lisan-ı hâli eder telkin-i dinî; hatasız, hem bînisyan.
Her bir şeair bir hoca-i dânadır, ruh-u İslâmı daim enzara ders veriyor.
Mürur-u a’sâr ile sebeb-i istimrar-ı zaman;
güya tecessüm etmiş envar-ı İslâmiyet, şeairi içinde.
Güya tasallub etmiş zülâl-i İslâmiyet, maabidi içinde. Birer sütun-u iman.
Güya tecessüd etmiş ahkâm-ı İslâmiyet, maalimi içinde.
Güya tehaccür etmiş erkân-ı İslâmiyet, avalimi içinde. Birer sütun-u elmas.
Onunla mürtabittir zemin ile âsuman.
Lâsiyyema: Bu Kur’an-ı hatib-i mu’ciz-beyan;
daima tekrar eder bir hutbe-i ezelî, aktar-ı İslâmîde kalmamış
hiç de bir köy, hem dahi hiç bir mekân;
nutkunu dinlemesin, talimi işitmesin. اِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ sırrı ile hafızlıktır
pek de büyük bir rütbe. Tilâvet ise, ibadet-i ins ü can.
Onun içinde talim, hem müsellematı tezkir.
Tekerrür-ü zamanla nazariyat, kalbolur müsellemata,
hem döner bedihiyyata. İstemez daha beyan.