Dolayısıyla, bir hak bir bâtıla mağlubdur.
Muvakkaten, bilvasıta olmuştur. Yoksa bizzat, hem daima değildir.
Lâkin akıbetü’l-akıbe, her dem yine hakkındır.
Kuvvetin bir hakkı var, bir sırr-ı hilkati var.
İkinci nokta şudur: Her müslimin her vasfı müslim olmak vacib iken,
haricen her dem vaki, sabit değildir.
Öyle de, her kâfirin her vasfı kâfir olmak,
küfründen neş’et etmek yine lâzım değildir.
Her fâsıkın her vasfı fâsık olmak, fıskından neş’et etmek,
öyle de, her dem sabit değildir.
Demek bir kâfirin müslim olan bir vasfı,
müslimdeki lâmeşru vasfına gâlib olur.
Bilvasıta, o kâfir dahi ona gâlibdir.
Hem dünyada, hayatın hakkı şamil ve âmmdır.
O rahmet-i ammenin bir cilve-i manidar,
onun bir sırr-ı hikmeti var; küfür mâni değildir.
Üçüncü nokta şudur: O Zat-ı Zülcelâlin iki vasf-ı kemalden iki şer’i tecelli:
Vasf-ı iradeden gelen meşietle takdirdir, o da şer’-i tekvinî...
Vasf-ı kelâmdan gelen şeriat-i meşhure.
Teşriî evamire karşı itaat, isyan nasıl olur;
öyle de, tekvinî evamire itaat ve isyan olur.
Birincisi galiben dâr-ı uhrada görür mücazatı, sevabı.
İkincisi ağleben dâr-ı dünyada çeker, mükâfat ve ikabı.
Meselâ: Nasıl sabrın mükâfatı zaferdir; ataletin mücazatı sefalet.
Öyle de, sa’yin sevabı olur servet. Sebatta da galebedir mükâfat.
Zehirin ikabı, bir maraz; panzehirin sevabı, bir sıhhattir.