Zira Kur’an, âyâtının telâfifinde öyle emarat ve karaini nasbetmiştir ki, o sadeflerdeki cevahiri ve o zevahirdeki hakikatleri ehl-i tahkike parmakla gösterir ve işaret eder.
Evet; kelimetullah olan Kitab-ı Mübîn’in bazı âyatı bazısına müfessirdir, karine olabilir. —Ki, ma’nâ-yı zahirî murad değildir.— Eğer istidlâlin makamında denilse idi ki, elektriğin acaibi ve cazibe-i umumiyenin garaibi ve küre-i arzın yevmiye ve seneviye olan hareketi ve yetmişten ziyade olan anâsırın imtizac-ı kimyeviyelerini ve şemsin istikrarıyla beraber sûrîye olan hareketini nazara alınız, tâ Sâni’i bilesiniz. İşte o vakit delil olan sanat, marifet-i Sâni’i olan neticeden daha hafi ve daha gâmız ve kaide-i istidlâle münafi olduğundan, bazı zevahiri, efkâra göre imale olunmuştur. İmale delâlet için değil, belki vuzuh-u delil içindir. Bu ise ya müstetbeatü’t-terakib kabilesinden veya kinâî nev’indendir.
Meselâ: قَالَ lâfzındaki eliftir, hafiftir. Aslı و olsa, ق olsa, ne olursa olsun, tesir etmez.
Ey birader! İnsaf ile dikkat edilse, bütün asırlarda bütün insanların irşadları için nazil olan Kur’an’ın i’cazının lemeatı bu üç noktanın arkasında görülmeyecek midir? Neam.