Kâinatta bir hakikat varsa, nübüvvet vardır. Hilkatte nizam varsa, nübüvvet zaruridir. (1) Zira insanın vehm-âlûd nazarına istikamet ve tecavüzkâr kuvâ-i selâsesine itidal ve istidadat-ı maneviyesine inkişaf verecek, ilâhi bir mürşid olabilir. O ise Nebî’dir.
Dünyada bundan doğru ne haber olabilir ki, yüzbinler enbiya, yüzbinler mucizat ile nübüvveti iddia etmişler, mucizat ile isbat etmişler... Nokta-i nübüvvette müttefik, selef halefe mübeşşir.. halef selefe musaddık.. asl-ı dinde müttehiddirler.
Öyle ise cemî enbiyanın cemî mucizatı Hazret-i Muhammed’in bir mucizesi hükmündedir. Çünkü medar-ı nübüvvet ve enbiyaya ‘nebi’ deddiren esaslar Hazret-i Ahmed'de (a.m.) daha ekmel bulunur. Dünyada nebi varsa, O da nebidir...
ﺍَﻟﻠَّﻬُﻢَّ ﺻَﻞِّ ﻋَﻠَﻰ ﻣُﺤَﻤَّﺪٍ ﺍﻟَّﺬِﻯ ﺩَﻝَّ ﻋَﻠَﻰ ﻭُﺟُﻮﺏِ ﻭُﺟُﻮﺩِﻙَ
Evet; sirac-ı vehhac, bürhan-ı katı’ odur.
Öyle ise onu tanımalıyız. Ve o zat, ne derece ulvî, parlak olduğunu bunun ile kıyas edilir ki, اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sırrınca bütün ümmetinin bütün hasenatının bir misli onun kefe-i hasenatına ilâve edilmiştir. Manevi bir cazibe-i umumiyi andıran hidayet ve irşadından her bir ferd ne kadar feyz ve nur almışsa bir misli o Zât-ı Şerif’e in’ikâs etmiştir.
İşte, derece-i kemalât gayr-ı mütenahî, onun ruhundaki istidat ve kabiliyet nihayetsiz, muhit-i enfüsî olan zatından başka ümmetinin âfâkından gelen esbab-ı inkişaf hadsiz olduğundandır ki, hakikat-i Muhammediye âlem-i imkânda en rasih, en racih hakikat olduğunu ehl-i keşf ittifak etmişlerdir. Nasıl bazen cüz’î bir tereşşuh uzak menbadan suyun gelmesine delil ve sakatlık olmadığına şahid olur; öyle de, küçük bir emare büyük bir hakikatı ihsas edebilir. Madem ki hadsiz ehl-i kemal onun minhac-ı cedvelinden zülâl-i hayatı içmişlerdir; bizzarure gösterir ki, nurdan yapılmış o boru ve hakikatte kazılmış o ark, doğru menbadan gelir. İnhiraf ve sakatlık yoktur.