Zira mülk ve melekûtî iki vechi temiz, pâk, şeffaftır. Nazar-ı zahirîde umur-u hasise ile perdesiz mübaşeretinden teali eden izzet-i kudret, esbab-ı zahiriye yalnız mülk cihetinde bulunmasını başka şeyde ister, bunda istemez. Hatta denilebilir: Hayat olmazsa vücud, vücud değildir. Hayat, ruhun ziyasıdır.
Madem ki hayat bu derece ehemmiyetlidir; madem âlemde bir intizam-ı kâmil var, bir ittikan-ı muhkem var. Madem bu biçare perişan küremiz bu kadar zevi’l-ervah ile dolmuştur öyle ise bir hads-i sadıkla hükmolunur ki, şu kusûr-u semaviye ve şu burûc-u sâmiyenin dahi kendilerine münasip sükkânı vardır. Nâr nuru yakmaz. Nuranî dahi şemsde yaşar, balık suda gibi. Madem kudret-i ezeliye âdi ve en kesif bir maddeden zevi’l-ervahı halkeder; elbette nur gibi, esir gibi ruha yakın sair seyyalât-ı lâtife maddeleri ihmal etmez, meyyit bırakmaz.
Temsil: Melâikeyi, rûhâniyatı tasdik etmeyen, vahşi bir adama benzer ki, büyük, muhteşem bir medenî şehre gidiyor. Şehrin uzak köşesinde pis, perişan, küçük bir haneye rastgelir ki sefil insanlarla dolu... Etrafı da zevi’l-ervah ile memlu. Onlara mahsus şerait-i hayatiye vardır ki, bazısı âkilü’n-nebat, bazısı âkilu’s-simaktır. Sonra uzaktan binlerce, müzeyyen kusûr-u âliye görüyor ki, mabeynlerinde geniş tenezzühgâh meydanları var. Uzaklıktan veya kasr-ı nazarından veya onların gizlenmesinden o insanlar ona görünmediği ve şurada gördüğü şerait-i hayat o kasırlarda görünmediği için itikad ediyor ki, o kasırlar sakinînden hâlîdir.
Hem melâikeyi tasdik eden zat, o vahşinin arkadaşı olan nim-bedevî bir adama benzer ki, şu küçük, hakir haneyi gördü ki zîruhla dolu ve ihtiyar ve hikmete delâlet eden şehrin intizamını gördüğünden cezm eder ki, o kusûr-u müzeyyenin bazı sükkânları var ki, onlar onlara münasip, onlar onlara muvafıktırlar. Kendilerine mahsus şerait-i hayatiyeleri vardır.