Zat-ı Zülcelâl maddiyattan mücerreddir, münezzehtir. Hem kâinatın mahiyat-ı mümkinesinden neşet eden evsaf ve levazımatından mukaddestir.
لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىْءٌ جَلَّ جَلاَلُهُ
سُبْحَانَ مَنِ اخْتَفٰى لِشِدَّةِ ظُهُورِهِ
سُبْحَانَ مَنِ اسْتَتَرَ لِعَدَمِ ضِدِّهِ
سُبْحَانَ مَنِ احْتَجَبَ بِاْلاَسْبَابِ لِعِزَّتِهِ
Sual: Vahdetü’l-vücudu nasıl görüyorsun?
Elcevab: Tevhidde istiğrakdır. Ve nazara sığışmayan bir tevhid-i zevkîdir. Esasen tevhid-i rububiyet ve tevhid-i uluhiyetten sonra tevhidde zevken şiddet-i istiğrak, vahdet-i kudret, yani لاَ مُؤَثِّرَ فِى الْكَوْنِ اِلاَّ الله sonra vahdet-i irade, sonra vahdetü’ş-şuhud, sonra vahdetü’l-vücud, sonra yalnız bir vücudu, sonra yalnız bir mevcudu görmeye müncer oluyor. Muhakkikîn-i sofiyenin müteşabihat hükmünde olan şatahatıyla istidlâl edilmez. Daire-i esbabı yırtıp çıkmayan ve tesirinden kurtulmayan bir ruh, vahdetü’l-vücuttan dem vursa, haddinden tecavüz eder. Dem vuranlar, Vacibü’l-Vücuda o kadar hasr-ı nazar etmişlerdir ki; mümkinattan tecerrüd ederek, yalnız bir vücudu, belki bir mevcudu görmüşler. Evet, delil içinde neticeyi görmek, âlemde Sânii müşahede etmek, tarik-i istiğrakkârane cihetiyle cedavil-i ekvanda cereyan-ı tecelliyat-ı ilâhiyeyi ve melekûtiyet-i eşyada sereyan-ı füyuzatı ve merâya-yı mevcudatta tecelli-i esma ve sıfatı, yalnız zevken anlaşılır birer hakikat iken, dıyk-ı elfaz sebebiyle uluhiyet-i sariye ve hayat-ı sariye tabir ettiler. Ehl-i fikir, o hakaik-i zevkiyeyi, nazarın mekayisine sığıştırdığından çok evham-ı bâtılaya menşe oldu.