şu tabiat-ı hevaiye tevazzu ve tecessüm edip mevcud-u haricî ve hayalden hakikat suretine girmiştir. Hayali hakikat suretinde gören ve gösteren, nüfusun istidat-ı şûresinden fail-i müessir tavrını takmıştır. Halbuki kör, şuursuz tabiat, kat’iyen kalbi ikna edecek ve fikre kendini beğendirecek ve nazar-ı hakikat ona ünsiyet edecek hiçbir mülâyemet ve münasebet yok iken ve masdar olmaya kabiliyeti mefkud iken, sırf nefy-i Sâni tevehhüm ve farazından çıkan bir ıztırar ile veleh-resan-ı efkâr olan kudret-i ezeliyenin âsar-ı bâhiresinin tabiattan sudûru tahayyül edilmiş.
Halbuki tabiat misalî bir matbaadır, tâbi’ değil; nakıştır, nakkaş değil; kabildir, fail değil; mistardır, masdar değil; nizamdır, nazım değil; kanundur, kudret değil; şeriat-ı iradiyedir, hakikat-ı hariciye değil. Meselâ: Yirmi yaşında bir adam birdenbire dünyaya gelse, hâli bir yerde muhteşem ve sanayi-i nefisenin âsarıyla müzeyyen bir saraya girse, hem farzetse kat’iyen hariçten gelme hiçbir failin eseri değil. Sonra içindeki eşya-yı muntazamaya sebep ararken tanziminin kavaninini câmi bir kitap bulsa, onu makes-i şuur olduğundan, bir fail, bir illet-i ıztırarî kabul eder. İşte Sâni-i Zülcelâlden tegafül sebebiyle böyle gayr-ı makul, gayr-ı mülâyim bir illet-i ıztırarî olan tabiatla kendilerini aldatmışlar.
Şeriat-ı ilâhiye ikidir:
Birincisi: Sıfat-ı kelâmdan gelen bir şeriattır ki, beşerin ef’al-i ihtiyariyesini tanzim eder.
İkincisi: Sıfat-ı iradeden gelen ve evamir-i tekviniye ile tesmiye edilen şeriat-ı fıtriyedir ki, bütün kâinatta cari olan kavanin-i âdatullahın muhassalasından ibarettir. Evvelki şeriat nasıl kavanin-i akliyeden ibarettir; tabiat denilen ikinci şeriat dahi, mecmu-u kavanin-i itibariyeden ibarettir.