Hayatı varsa ruhu da vardır. İnsan-ı ekber olan âlem, tazammun ettiği manzume-i kâinat o derece hassasiyet ve âsar-ı hayat gösteriyor ki, bir ceseddeki aza, ecza, zerrat, izhar ettikleri tesanüd, tecazüb, teavünden daha ziyade muntazam, muttarid, mükemmel âsarı gösteriyor.
Acaba âlem insan kadar küçülse, yıldızları zerrat ve cevahir-i ferde hükmüne geçse, o da bir hayvan-ı zîşuur olmayacak mıdır? Şu ayet dehşetli bir sırrı telvih eder: Kesretin mebdei vahdettir, müntehası da vahdettir. Bu bir düstur-u fıtrattır.
Kudret-i ezelinin feyz-i tecellisi ve eser-i ibdaı olan kâinattaki kuvvetten umum zerrata her bir zerreye birer zerre-i cazibe halk ve ihsan ederek ve ondan kâinatın rabıtası olan müttehid, müstakil, muhassal cazibe-i umumiyeyi inşa ve icad etmiştir. Nasıl ki, zerratta reşehat-ı kuvvet olan cazibelerin muhassalası bir cazibe-i umumiye vardır; o da kuvvetin ziyasıdır, izabesinden neşet eden bir istihale-i lâtifesidir.
Kezalik kâinata serpilmiş katarat ve lemaat-ı hayatın dahi muhassalı bir hayat-ı umumiye var olmak gerekir. Hayat varsa ruh da vardır. Öteki gibi münteha-yı ruh bir mebde-i ruhun cilve-i feyzidir. O mebde-i ruh dahi, hayat-ı ezeliyenin tecellisidir ki, lisan-ı tasavvufda hayat-ı sariye tesmiye ederler.
İşte ehl-i istiğrakın iştibahının sebebi ve şatahatın menşei; şu zılli asılla iltibas etmeleridir.
***