Madem ki Kur’an, bütün tabakata, bütün a’sarda, kâffe-i ahvalde şamil bir hitab-ı ezelidir. Hem nisbî hüsn, hayr çoktur. Salihattaki ıtlâkı; beliğane bir îcaz-ı mutnebdir. Beyanda sükûtu, geniş bir sözdür.
* * *
وَاِنَّ الْفُجَّارَ لَفِى جَحِيمٍ
Akıbet, ikaba delildir; hadsen onu gösteriyor. Masiyetin ekseriye dünyada olan âkıbeti, bir emare-i hadsiyedir ki, cezasında bir ikab vardır. Çünkü herkes hususi bir tecrübe ile hadsen görüyor ki, hiçbir münasebet-i tabiiye olmadığı halde, masiyet bir netice-i seyyieye müncer olur. Bu kadar kesret ve vüs’atle tesadüf olamaz. Eğer şu umum muhtelif hususi tecrübeler nazara alınırsa görünür ki, nokta-i iştirak yalnız tabiat-ı masiyettir ki, cezayı istilzam ediyor. Demek ceza, masiyetin lazım-ı zatîsidir.
Madem ki dünyada filcümle bu lâzım, sırf tabiat-ı masiyet için terettüb ediyor. Elbette bu dâr’da terettüb etmeyen, başka dâr’da terettüb edecektir. Acaba kim vardır ki, küçücük bir tecrübe geçirmemiş ve dememiş ki: “Filan adam fenalık etti belâsını buldu...”
* * *
وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَقَبَائِلَ لِتَعَارَفُوا
اَىْ لِتَعَارَفُوا فَتَعَاوَنُوا فَتَحَابُّوا لَا لِتَنَاكَرُوا فَتَعَانَدُوا فَتَعَادُّوا
Bir nefer takımda, bölükte, taburda, fırkada birer rabıtası, birer vazifesi olduğu gibi,