Sizin işkenceli hapishanenin hâli: Zaman müdhiş, mekân muvahhiş, mahbusîn mütevahhiş, cerideler mürcif, efkâr müşevveş, kalbler hazin, vicdanlar müteessir ve meyus, bidayet-i hâlde zabitler şematetli, nöbetçiler müz’iç olmakla beraber; vicdanım beni tazib etmediği için o hâl bana eğlence gibi idi. Ve musibetlerin tenevvüü, musikinin tenevvü-ü nağamatı gibi idi.
Hem de geçen sene tımarhanede tahsil ettiğim dersi, şimdi bu mektebde itmam ettim. Musibet zamanının uzunluğundan, (n.f) dersler gördüm. Dünyanın ruhanî lezzeti olan hüzn-ü masumane ve mazlumaneden zaife şefkat, gadre şiddet-i nefretle istifade eyledim. Ümidim kavidir ki; çok masumların kalblerinden hararet-i hüzün ile tebahhur eden “ay” ve “vay” ve “ahlar” rahmetli bir bulut teşkil edecektir.
İstitrad olarak bir lâtife söyleyeceğim. Böyle ciddiyat esnasında lâtife söylemekten maksadım, dünyayı bir mel’abe nazarıyla baktığımı ima ve işarettir. Zaten şuunat-ı dünya satranç oyununa benzer. Ben geçen sene garibüzzaman idim. Sonra Bediüzzaman oldum. Şimdi de bid’atüzzaman oldum. İstanbul’a da şeamet oldum. O da bana şeametli oldu. Beni sathında kabul etmez, batnına geçirmek istiyor. Bahusus Mart ve Mayıs müstebit aylardır. Mart’ı kadro haricine çıkarmalı, Mayıs’ı da tekaüd etmeli, tâ muvazene-i mâlî husule gelsin. Çıkılmayacak yola sapılmış bir işarettir. Elhasıl, ya ben İstanbul’da kalacağım. Yahut bu iki ay gitmeyecek ise, ben veda edeceğim.
* * *