Daha İstanbul’a gelmeden Van’dan, Bitlis’ten, Siirt’ten, Mardin’den, Erzurum’dan defaatle nefy olundu. İstanbul’a gelmesiyle beraber Abdülhamid tarafından da suret-i ciddiyede tarassud altına aldırıldı ve bir kaç kere tevkif edildi. Nihayet bir gün geldi ki, Said-i Kürdî’yi Üsküdar’a, Toptaşı’na yolladılar. Çünkü, hapishanede ikaz edilecek kimseler bulunmak muhtemeldi. Bimarhaneden ikide birde çıkarılır, maaş, rütbe tebşir edilir.. Hazret-i Said: “Ben Kürdistan’da mekteb açtırmak üzere geldim. Başka bir dileğim yoktur. Bunu isterim ve başka bir şey istemem.” derdi. Tabir-i âherle, Bediüzzaman iki şey istiyordu: Kürdistan’ın her tarafında mektebler açtırmak istiyor, başka bir şey almamak istiyordu.
Arş-ı kanaat oldu, behişt-i gınâ bize,
Biz inmeyiz zemin-i müdâraya ol emîn.
Mansıbların, makamların en bülendidir,
-Vicdanımızca- mansıb-ı tahkir-i zalimîn.
Şehzadebaşı’nda şematetle bir konferas verildiği gece, kemal-i mehâbetle sahneye çıkıp irad ettiği nutk-u beliğ-i bîtarafane, Said’in ihata-i ilmiyesi kadar hamaset ve fedakârlıkta da bîmenend olduğunu teyid eder.
Gerek o gece, gerek menhus Otuz Bir Mart'ta cihan-değer nasihatlarıyla ortaya atılan hoca-i dânâya; böyle tehlikeli âvanda vücud-u kıymettarının sıyaneti nef’an-lil-umum elzem olduğu ihtar edildiği zaman; “En büyük ders, doğruluk yolunda ölümünü istihkar dersi vermektir.”
“Yerinde ölmek için bu hayat lazımdır” fikrine karşı;
Âşinayız, bize bîganedir endişe-i mevt,
Adl ü hak uğuruna nezreylemişiz canımızı.
mısraıyla mukabele ederdi.
Said-i hüşyar’ın safvet-i ruhunu, besalet ve şecaatini, fedakarlığındaki nihayetsizliği anlamak ve ona ebedî bir rabıta-i aşk ile bağlanmak için