İfade-i Naşir
323 (1) senesi zarfında idi ki; Kürdistan’ın yalçın, sarp ve âhenin mavera-yı şevahik-i cibalinde tulu etmiş Said-i Kürdî isminde nevadir-i hilkatten madûd bir ateşpâre-i zekânın İstanbul âfakında rüyet edildiği haberi etrafa aksetmiş ve fıtraten mütecessis olan bazı kimseler o harika-i fıtratı peyapey gördükçe, mader-i hilkatin hazâin-i lâ-tefnasındaki sehaveti bir türlü hazmedemeyenleri, şu Kürd kıyafetinde, o şal ve şalvar altında öyle bir kanun-u dehânın ihtifa edebileceğini bir türlü anlayamayarak, âtıl ve müzevvir olan ekseriyet-i hasise zelil olan hissiyat-ı umumiyesini bir kelime-i tezyifin mana-yı intikamında telhis etmişlerdi: “Mecnûn!..”
Said-i Kürdî filvaki ifrat-ı zeka itibariyle hudud-u cünunda idi. Fakat, öyle bir cünûn ki, onun ruh-u kemal ve aklına, en ulvî ve fedaî şair-i bedbahtî olan üstad-ı muhteremim A. Cevdet şu mısralarında tercüman-ı zîşanı olmuştur:
Cünun başımda yanar ateş-i meâlidir,
Cünun başımda benim bir zekay-i âlidir.
Benim cünunuma rehber ziya-yı ulviyet,
Benim cünunumu bekler azim bir niyet.
Evet, Said-i Kürdî İstanbul’a, şurezar-ı Kürdistan’ın maarifsizlikle öldürülmek istenilen kâinat idrakinde yapamadığı kâşanelere bedel Yıldız siyaset selh-hanelerini zelzelelere vermek azmiyle gelmişti.