Belki, câmi-i ahlâk-ı hasene olan hakikat-ı İslâmiye ve istidad-ı fıtrî ve feyz-i imanın ve şiddet-i cu’un hazma verdiği teshil yardımıyla fersah fersah geçeceğiz. Nasıl ki vaktiyle geçmiş idik.
Talebeliğin bana verdiği vazife ile hürriyetin ferman-ı mezunine ihtar ediyorum ki:
Ey ebnâ-yı vatan! Hürriyeti sû-i tefsir etmeyiniz, tâ elimizden kaçmasın. Ve müteaffin olan eski esareti başka kabda bize içirmekle boğmasın. (1) Zira hürriyet, müraat-ı ahkâm ve âdab-ı şeriatle ve ahlâk-ı hasene ile tahkik ve neşv ü nema bulur. Sadr-ı evvelin, yani sahabe-i kiramın o zamanda (âlemde vahşet ve cebr-i istibdat hükümferma olduğu halde) hürriyet ve adalet ve müsavatları bu müddeaya bürhan-i bâhirdir. Yoksa hürriyeti sefahet, lezaiz-i nâmeşrua, israfat, tecavüzat, hevâ-i nefse ittibada serbestiyet ile tefsir, amel etmek; bir padişahın esaretinden çıkmakla, nefsin esaret-i rezilesinin altında girdiklerinde milletin çocukluk istidadını ve sefih olduğunu gösterdiğinden, paralanmış olan eski esarete istihkak (zira sefih mahcurdur.); geniş, muşa’şa olan yeni hürriyete adem-i liyakat (zira çocuğa geniş olmaz); ve şanlı olan ittihad-ı millî, bozulmuş ve müteaffin olan hâlât ile fena bir hastalığa hedef edecektir. Zira ehl-i kemal ve vicdanın tefsiri böyle değil, mezhebi de muhalif olacaktır. Biz millet-i Osmaniye erkeğiz. Kamet-i merdane-i istidad-ı milliyemize kadınların libası gibi süslü sefahet ve hevesat ve israfat yakışmıyor. Binaenaleyh aldanmayalım. خُذْ مَا صَفَا دَعْ مَا كَدَرْ kaidesini düsturu’l-amel yapalım. Şöyle ki:
Ecnebiyede terakkiyat-ı medeniyeye yardım edecek noktaları –fünun ve sanayi gibi– maal-memnuniye alacağız.