Gavs-ı Âzam’ın istikbalden haber verdiği nev’inden, meşhur Şeyhülislâm Ahmed-i Câmi dahi İmam-ı Rabbanî (r.a.) olan Ahmed-i Farukî’den haber verdiği gibi; Celâleddin-i Rumî, Nakşibendilerden haber vermiş. Daha bu neviden çok evliyalar, vakıa mutabık haber vermişler; fakat onların bir kısmı sarahata yakın haber vermişler. Diğer bir kısmın haberleri çendan bir derece mübhem ve mutlaktır, fakat bahsettikleri zatlar makam sahibi ve büyük olduklarından, büyüklükleri ve taayyünleri cihetiyle o mübhem ihbar-ı gaybîyi, bil’istihkak kendilerine almışlar. Meselâ: Ahmed-i Câmi (k.s.) demiş ki: “Her dört yüz sene başında mühim bir Ahmed gelir. Bin tarihi başındaki Ahmed en mühimmidir.” Yani o elf’in müceddididir. İşte böyle mutlak bir surette söylediği halde, İmam-ı Rabbanî’nin (k.s.) büyüklüğü ve teşahhusu, o haber-i gaybîyi kat’iyen kendine almış. Hazret-i Mevlana Celâleddin-i Rumî de (k.s.) Nakşibendîden mübhem bir surette bahsetmiş; fakat Nakşîlerin büyüklüğü ve yüksekliği ve teşahhusları o haberi de bil’istihkak kendilerine almışlar.
İşte bu kerametkârane ihbar-ı gaybî nev’inden Gavs-ı Âzam (k.s.) dahi, Hizbü’l-Kur’an’dan –işarî bir surette– haber verdiği gibi; Hizbü’l-Kur’an’ın bir hâdimi olan bu biçare Said’i iki yerde sarahaten haber veriyor. Mübhem ve mutlak bırakmadığının sırrı budur ki: Bu biçare Said, makam sahibi olmamış iken ve büyük değil iken ve mutlak tabiri teşhis edecek bir teşahhus yokken, lütf-u ilâhî ile, büyük bir makamın hizmetinde bulunmasıdır. Adeta bir nefer iken, müşiriyet makamı hizmetinde bulunmasıdır. İşte küçüklüğü ve ehemmiyetsizliği içindir ki, Hazret-i Gavs, öteki evliyaya muhalif olarak yalnız işaretle kalmayıp –sarahat derecesinde– parmağını onun başına basıyor.
Sergüzeşt-i hayatımda geçen ve çoğunu gizlediğim çok harika vakıalar vardı. Kendimi hiçbir vecihle keramete lâyık görmediğim için onları bazen tesadüfe, bazen de başka esbaba isnad ediyordum. Şimdi kanaatım geliyor ki, o harikalar, Gavs-ı Âzam’ın bir silsile-i kerametini teşkil ederler. Demek onun duasıyla, himmetiyle, ona kerameten ve bize ikram nev’inden, bir nevi inayet-i ilâhiyeye mazhar olmuşuz.
Ezcümle, ben menfi olarak İstanbul’a getirildiğim vakit, bir zaman Meşihat-ı İslâmiye dairesinde bulunan Dârü’l-Hikmetü’l-İslâmiye’deki hizmet-i Kur’aniyeye çalıştığım için, o alâkadarlık cihetinde; “Meşihat dairesi ne haldedir?”