Risale-i Nur Kur’an’ın bir hakikî ve manevî bir mucizesi olduğunu isbat etmek cihetiyle ehl-i vukufun takdirine layıktır.
Hem, bir davaya bin emare hükmünde bin işarat bulunsa, o dava sarahat-ı kat’iye derecesinde sübut bulur. Ve o istihraçlara Risale-i Nur’un verdiği ehemmiyet ise, “ihtilâl-i ruhiye”den değil, belki bir “inkişaf-ı ruhiye”nin eseri olabilir.
Bir de cezbeye bir emare, kendimi bir mezar taşı gördüğüm beyan edilmiş. Ben bu muhterem zatların acelelik ile verdikleri hükümlerine, otuz sene evvel söylediğim bu fıkrayı tekrar ediyorum:
Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde
Said’den altmış dokuz emvat bâ-âsâm âlâma
Yetmişinci olmuştur o mezara, bir mezartaş;
Beraber ağlıyor hüsran-ı İslâma
Ümidim var ki, istikbal semavatı, zemin-i Asya
Bâhem olur teslim yed-i beyza-i İslâma
Zira, yemini yümn-ü imandır;
Verir emn-i eman ü emniyeti enâma
Hem cezbeye bir emare olarak, kedisinin “Ya Rahîm” dediğini işitmesini beyan etmişler. Buna cevaben lâtif bir vakıayı beyan ediyorum: Bir vakit, “Kedilere niçin mübarek denilmiş? Halbuki insana karşı sadakatı yok, bir canavar görünüyorlar” dediğimin gecesinde, kedi yavrusundan birisi yastığıma gelip ağzını kulağıma yapıştırıp: “Ya Rahîm ya Rahîm” deyip taifesine karşı tahkirimi yüzüme vurdu. Manen: “Biz her iyiliği Rahîm’den biliyoruz. İt gibi esbaba perestiş etmiyoruz. Onun için bize mübarek, onlara pis denilmiş.” diye hatırıma geldi. Sabahleyin bana hizmet eden Hafız Tevfik, Süleyman, Abdullah Çavuş, merhum Hafız Ahmed ve merhum Mustafa Çavuş gibi daha başkaları yanıma geldiler. Vakıayı söyledim. Abdurrahim namını alan ve bir yaşındaki o kediyi okşadım. Onlar aynen benim gibi, “Ya Rahîm, ya Rahîm” dediğini Abdurrahim’den işittiler. Sonra başka kedilere baktık. Onların da “mırmırları” dikkat ile dinlenilse “Ya Rahîm”dir; fakat Abdurrahim gibi sarih değildirler.