ferşi arşa bağlayacak bir vüs’at ve ulviyet içinde, bütün kuvvetiyle ve âyatının bütün kat’iyetiyle mükerreren لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ der, bütün kâinatı işhad eder ve şehadet ettirir. Evet, لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ بَرَابَرْ مٖيزَنَدْ عَالَمْ
Evet, o Kur’an’a selim bir kalb gözüyle baksan göreceksin ki; cihat-ı sittesi öyle parlıyor, öyle şeffaftır ki, hiçbir zulmet, hiçbir dalâlet, hiçbir şüphe ve rayb, hiçbir hile, içine girmeye ve daire-i ismetine duhule fürce bulamaz. Çünkü, üstünde sikke-i i’caz, altında bürhan ve delil, arkasında nokta-i istinadı mahz-ı vahy-i rabbanî, önünde saadet-i dâreyn, sağında aklı istintak edip tasdikini temin, solunda vicdanı istişhad ederek teslimini tesbit, içi bilbedahe safi hidayet-i rahmaniye, üstü bilmüşahede halis envar-ı imaniye, meyveleri biaynelyakîn kemalât-ı insaniye ile müzeyyen asfiya ve muhakkıkîn-i evliya ve sıddıkîn olan o lisan-ı gaybın sinesine kulağını yapıştırıp dinlesen, derinden derine gayet mûnis ve mukni, nihayet ciddi ve ulvi ve bürhan ile mücehhez bir sadâ-yı semavî işiteceksin ki; öyle bir kat’iyetle لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ der ve tekrar eder ki, hakkalyakîn derecesinde söylediğini, aynelyakîn gibi bir ilm-i yakîni sana ifade ve ifaza ediyor.
Elhasıl: Her birisi birer güneş olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ile Furkan-ı Ahkem ki, biri; âlem-i şehadetin lisanı olarak