Evet, meselâ وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى nasıl ki güneşe karşı parlayan ve akan büyük bir ırmağın kabarcıkları ve zemin yüzünün mütelemmi şeffafatı, güneşin aksini ve ışığını göstermek suretiyle, güneşe şehadet ettikleri gibi; o kataratın ve şeffafatın gurubuyla, gitmeleriyle beraber, arkalarından yeni gelen katarat taifeleri ve şeffafat kabileleri üstünde yine güneşin cilveleri haşmetle devamı ve ışığının tecellisi ve noksansız istimrarı, kat’iyen şehadet eder ki, sönüp yanan, değişip tazelenen, gelip parlayan misalî güneşçikler ve ışıklar ve nurlar bir baki, daimi, âli, tecellisi zevalsiz bir tek güneşin cilveleridir. Demek o parlayan kataratlar, zuhuruyla ve gelmeleriyle güneşin vücudunu gösterdikleri gibi, gurublarıyla, zevalleriyle, güneşin bekasını ve devamını ve birliğini gösteriyorlar. Aynen öyle de, şu mevcudat-ı seyyale, vücudlarıyla ve hayatlarıyla Vacibü’l-Vücudun vücub-u vücuduna ve ehadiyetine şehadet ettikleri gibi, zevalleriyle, ölümleriyle o Vacibü’l-Vücudun ezeliyetine, sermediyetine ve ehadiyetine şehadet ederler. Evet, gece-gündüz, kış ve yaz, asırlar ve devirlerin değişmesiyle gurub ve uful içinde teceddüt eden ve tazelenen masnuat-ı cemile, mevcudat-ı lâtife, elbette bir âli ve sermedi ve daimü’t-tecelli bir cemal sahibinin vücud ve beka ve vahdetini gösterdikleri gibi; o masnuat, esbab-ı zâhiriye-i süfliyeleriyle beraber zeval bulup ölmeleri, o esbabın hiçliğini ve bir perde olduğunu gösteriyorlar. Şu hal kat’iyen isbat eder ki, şu sanatlar, şu nakışlar, şu cilveler bütün esması kudsiye ve cemîle olan bir Zat-ı Cemîl-i Zülcelâlin tazelenen sanatlarıdır, tahavvül eden nakışlarıdır, taharrük eden ayineleridir, birbiri arkasından gelen sikkeleridir, hikmetle değişen hatemleridir.