bir isminde manevi çok hazine-i ihsan ve kerem bulunan bir Mahbub-u Ezelînin, elbette bir zerre muhabbeti kâinata bedel olabilir; kâinat, Onun bir cüz’î tecelli-i muhabbetine bedel olamaz. Öyle ise, o Mahbub-u Ezelînin, kendi Habibine söylettirdiği şu ferman-ı ezeliyi dinle, ittiba et:
قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللهَ فَاتَّبِعُونِى يُحْبِبْكُمُ اللهُ
İkinci Meyve: Ey nefs! Ubudiyet, mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika değil, belki netice-i nimet-i sabıkadır. Evet, biz ücretimizi almışız; ona göre hizmetle ve ubudiyetle muvazzafız. Çünkü, ey nefs! Hayr-ı mahz olan vücudu sana giydiren Hâlik-ı Zülcelâl sana iştihalı bir mide verdiğinden, Rezzak ismiyle bütün mat’umatı bir sofra-i nimet içinde senin önüne koymuştur. Sonra, sana hassasiyetli bir hayat verdiğinden, o hayat dahi bir mide gibi rızık ister. Göz, kulak gibi bütün duyguların, eller gibidir ki, rû-yi zemin kadar geniş bir sofra-i nimeti o ellerin önüne koymuştur. Sonra, manevi çok rızık ve nimetler isteyen insaniyeti sana verdiğinden, âlem-i mülk ve melekût gibi geniş bir sofra-i nimet, o mide-i insaniyetin önüne ve aklın eli yetişecek nisbette sana açmıştır. Sonra, nihayetsiz nimetleri isteyen ve hadsiz rahmetin meyveleriyle tegaddi eden ve insaniyet-i kübra olan İslâmiyeti ve imanı sana verdiğinden, daire-i mümkinat ile beraber, esma-i hüsna ve sıfat-ı mukaddesenin dairesine şamil bir sofra-i nimet ve saadet ve lezzet sana fethetmiştir. Sonra, imanın bir nuru olan muhabbeti sana vermekle, gayr-i mütenahi bir sofra-i nimet ve saadet ve lezzet sana ihsan etmiştir. Yani, cismaniyetin itibariyle küçük, zaif, âciz, zelil, mukayyed, mahdut bir cüz’sün. Onun ihsanıyla cüz’î bir cüzden küllî bir küll-ü nuranî hükmüne geçtin. Zira, hayatı sana vermekle, cüz’iyetten bir