mahiyetini vücutta bırakmakla beraber, küçük elvah-ı mahfuzada ve elvah-ı mahfuzanın küçük numuneleri olan hafızalarda binler suretini bırakıp, zîşuurlara etvar-ı hayatıyla ifade ettiği tesbihat-ı rabbaniye ve nukuş-u esmaiyeyi okutturur, sonra gider. Öyle de, yeryüzünün saksısında güzel masnuatla münakkaş olan bahar mevsimi, bir çiçektir. Zâhiren zeval bulur, ademe gider. Fakat onun tohumları adedince ifade ettikleri hakaik-i gaybiye ve çiçekleri adedince neşrettiği hüviyet-i misâliye ve mevcudatı adedince gösterdikleri hikmet-i rabbaniyeyi kendine bedel olarak vücutta bırakıp sonra bizden saklanır. Hem o giden baharın arkadaşları olan sair baharlara yer boşaltır, tâ onlar gelip vazife görsünler. Demek o bahar zâhirî bir vücudu çıkarır, manen bin vücud giyer.
Üçüncü İşaret
وَثَالِثًا: مَعَ نَشْرِ الثَّمَرَاتِ اْلاُخْرَوِيَّةِ وَالْمَنَاظِرِ السَّرْمَدِيَّةِ
fıkrası ifade ediyor ki: Dünya bir destgâh ve bir mezraadır; âhiret pazarına münasib olan mahsulâtı yetiştirir. Çok Sözlerde isbat etmişiz: Nasıl ki cin ve insin amelleri ahiret pazarına gönderiliyor. Öyle de, dünyanın sair mevcudatı dahi, ahiret hesabına çok vazifeler görüyorlar ve çok mahsulât yetiştiriyorlar. Belki küre-i arz onlar için geziyor. Belki denilebilir ki, onun içindir. Bu sefine-i rabbaniye, yirmi dört bin senelik bir mesafeyi bir senede geçip meydan-ı haşrin etrafında dönüyor. Meselâ, ehl-i Cennet elbette arzu ederler ki, dünya maceralarını tahattur etsinler ve birbirine nakletsinler. Belki o maceraların levhalarını ve misâllerini görmeyi çok merak ederler. Elbette, sinema perdelerinde görmek gibi, o levhaları, o vak’aları müşahede etseler, çok mütelezziz olurlar. Madem öyledir; herhalde, dâr-ı lezzet ve menzil-i saadet olan dâr-ı Cennette, عَلٰى سُرُرٍ مُتَقَابِلِينَ işaretiyle,