İşte, لِمُسْتَقَرٍّ ’ın lâm’ı avam, o lâm’ı ilâ manasında görüp fehmeder ki, “Size nisbeten ışık verici, ısındırıcı müteharrik bir lâmba olan güneş, elbette bir gün seyri bitecek, mahall-i kararına yetişecek, size faidesi dokunmayacak bir suret alacaktır.” anlar. O da, Hâlik-ı Zülcelâlin güneşe bağladığı büyük nimetleri düşünerek سُبْحَانَ اللّهِ اَلْحَمْدُلِلّهِ der. Ve âlime dahi o lâm’ı ilâ manasında gösterir. Fakat, güneşi yalnız bir lâmba değil, belki bahar ve yaz tezgâhında dokunan mensucat-ı rabbaniyenin bir mekiği, gece gündüz sahifelerinde yazılan mektubat-ı samedaniyenin mürekkebi, nur bir hokkası suretinde tasavvur ederek, güneşin cereyan-ı sûrîsi alâmet olduğu ve işaret ettiği intizamat-ı âlemi düşündürerek, Sâni-i Hakîmin sanatına مَاشَاءَاللَّهُ ve hikmetine diyerek بَارَكَ اللّهُ kapanır. Ve kozmoğrafyacı bir feylesofa lâm’ı fî manasında şöyle ifham eder ki: Güneş, kendi merkezinde ve mihveri üzerinde zenberekvari bir cereyan ile, manzumesini emr-i ilâhî ile tanzim edip tahrik eder. Şöyle bir saat-i kübrayı halk edip tanzim eden Sâni-i Zülcelâline karşı kemal-i hayret ve istihsan ile اَلْعَظَمَةُ لِلّٰهِ وَ الْقُدْرَةُ لِلّٰهِ der, felsefeyi atar, hikmet-i Kur’aniyeye girer. Ve dikkatli bir hakîme şu lâm’ı, hem illet manasında, hem zarfiyet manasında tutturup şöyle ifham eder ki, Sâni-i Hakîm, işlerine esbab-ı zâhiriyeyi perde ettiğinden, cazibe-i umumiye namında bir kanun-u ilâhîsiyle, sapan taşları gibi, seyyareleri güneşle bağlamış ve o cazibe ile muhtelif fakat muntazam hareketle o seyyareleri