nuranî, daha büyük, daha ehemmiyetli olan ecram-ı semaviye ölü, câmid, hayatsız, şuursuz kalması imkân haricindedir.
Demek, gökleri, güneşleri, yıldızları şenlendirecek ve hayattar vaziyetini verecek ve netice-i hilkat-i semavatı gösterecek ve hitabat-ı sübhaniyeye mazhar olacak olan zîşuur, zîhayat ve semavata münasip sekeneler, herhalde sırr-ı hayatla bulunuyorlar ki, onlar da melâikelerdir.
Hem hayatın sırr-ı mahiyeti, “peygamberlere iman” rüknüne bakıp remzen isbat eder. Evet, madem kâinat hayat için yaratılmış ve hayat dahi Hayy-ı Kayyum-u Ezelînin bir cilve-i âzamıdır, bir nakş-ı ekmelidir, bir sanat-ı ecmelidir. Madem hayat-ı sermediye, resullerin gönderilmesiyle ve kitapların indirilmesiyle kendini gösterir. (Evet, eğer kitaplar ve peygamberler olmazsa, o hayat-ı ezeliye bilinmez. Nasıl ki bir adamın söylemesiyle diri ve hayattar olduğu anlaşılır; öyle de, bu kâinatın perdesi altında olan âlem-i gaybın arkasında söyleyen, konuşan, emir ve nehyedip hitap eden bir zatın kelimatını, hitabatını gösterecek peygamberler ve nazil olan kitaplardır.) Elbette kâinattaki hayat, kat’i bir surette Hayy-ı Ezelînin vücub-u vücuduna kat’i şehadet ettiği gibi, o hayat-ı ezeliyenin şuaatı, celevatı, münasebatı olan “irsal-i rusül” ve “inzal-i kütüb” rükünlerine bakar, remzen isbat eder. Ve bilhassa risalet-i Muhammediye (a.s.m) ve vahy-i Kur’anî, hayatın ruhu ve aklı hükmünde olduğundan, bu hayatın vücudu gibi hakkaniyetleri kat’idir, denilebilir.
Evet, nasıl ki, hayat bu kâinattan süzülmüş