Hem, hatıra gelmesin ki, kısacık bir ömürde nasıl ebedî bir azaba müstahak olur? Zira küfür, şu mektubat-ı samedaniye derecesinde ve kıymetinde olan kâinatı manasız, gayesiz bir derekeye düşürdüğü için, bütün kâinata karşı bir tahkir olduğu gibi, bu mevcudatta cilveleri, nakışları görünen bütün esma-i kudsiye-i ilâhiyeyi inkâr ile red ve Cenab-ı Hakkın hakkaniyet ve sıdkını gösteren gayr-i mütenahî bütün delillerini tekzib olduğundan nihayetsiz bir cinayettir. Nihayetsiz cinayet ise, nihayetsiz azabı icab eder...
DÖRDÜNCÜ İŞARET: Nasıl ki, hikâyede “On İki Suret”le gördük ki, hiçbir cihetle mümkün değil: Öyle bir padişahın, öyle muvakkat misafirhane gibi bir memleketi bulunsun da, müstekar ve haşmetine mazhar ve saltanat-ı uzmâsına medar diğer daimi bir memleketi bulunmasın. Öyle de, hiçbir vecihle mümkün değil ki: Bu fâni âlemin, bâki Hâlikı bunu icad etsin de, bâki bir âlemi icad etmesin? Hem mümkün değil: Şu bedi’ ve zâil kâinatın sermedî Sânii, bunu halk etsin de, müstekar ve daimi diğer bir kâinatı icad etmesin? Hem mümkün değil: Bu meşher ve meydan-ı imtihan ve tarla hükmünde olan dünyanın Hakîm ve Kadîr ve Rahîm olan Fâtırı onu yaratsın, onun bütün gayelerine mazhar olan dâr-ı ahireti halk etmesin? Bu hakikate on iki kapı ile girilir; On İki Hakikat ile o kapılar açılır. En kısa ve basitten başlarız:
BİRİNCİ HAKİKAT: Bâb-ı rububiyet ve saltanattır ki, ism-i Rabb’in cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki, şe’n-i rububiyet ve saltanat-ı ulûhiyet, bahusus böyle bir kâinatı, kemalâtını göstermek için gayet âlî gayeler ve yüksek maksatlar ile icad etsin; onun gâyât ve makasıdına karşı, iman ve ubudiyetle