devlet-i Fâtımiye * hilâfeti ve Afrika’da Muvahhidîn * hükûmeti ve İran’da Safevîler * devleti gösteriyor ki, saltanat-ı dünyeviye âl-i beyte yaramaz; vazife-i asliyesi olan hıfz-ı dini ve hizmet-i İslâmiyeti onlara unutturur. Halbuki, saltanatı terk ettikleri zaman, parlak ve yüksek bir surette İslâmiyete ve Kur’an’a hizmet etmişler.
İşte, bak: Hazret-i Hasan’ın neslinden gelen aktablar, hususan aktab-ı erbaa ve bilhassa Gavs-ı Âzam olan Şeyh Abdülkadir-i Geylânî * ve Hazret-i Hüseyin’in neslinden gelen imamlar; hususan Zeynelâbidin * ve Cafer-i Sadık * ki, her biri birer manevî mehdî hükmüne geçmiş, manevî zulmü ve zulümatı dağıtıp envar-ı Kur’aniyeyi ve hakaik-i imaniyeyi neşretmişler, cedd-i emcedlerinin birer varisi olduklarını göstermişler.
Eğer denilse: “Mübarek İslâmiyet ve nuranî asr-ı saadetin başına gelen o dehşetli, kanlı fitnenin hikmeti ve vech-i rahmeti nedir? Çünkü onlar kahra lâyık değil idiler.”
Elcevap: Nasıl ki baharda dehşetli yağmurlu bir fırtına, her taife-i nebatatın, tohumların, ağaçların istidatlarını tahrik eder, inkişaf ettirir; her biri kendine mahsus çiçek açar, fıtrî birer vazife başına geçer. Öyle de, sahabe ve tâbiînin başına gelen fitne dahi, çekirdekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidatları tahrik edip kamçıladı. “İslâmiyet tehlikededir, yangın var!” diye her taifeyi korkuttu, İslâmiyetin hıfzına koşturdu. Her biri, kendi istidadına göre, camia-i İslâmiyetin kesretli ve muhtelif vazifelerinden bir vazifeyi omuzuna aldı, kemal-i ciddiyetle çalıştı. Bir kısmı hadislerin muhafazasına, bir kısmı şeriatın muhafazasına, bir kısmı hakaik-ı imaniyenin muhafazasına, bir kısmı Kur’an’ın muhafazasına çalıştı ve hakeza, her bir taife bir hizmete girdi. Vezaif-i İslâmiyette hummalı bir surette sa’y ettiler. Muhtelif renklerde çok çiçekler açıldı. Pek geniş olan âlem-i İslâmiyetin aktarına, o fırtına ile tohumlar atıldı, yarı yeri gülistana çevirdi.