Hem Hazret-i Ali’nin hilâfetinin teehhür etmesinin bir sırrı da şudur ki: Gayet muhtelif akvamın birbirine karışmasıyla, Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın haber verdiği gibi sonra inkişaf eden yetmiş üç fırka -1- efkârının esaslarını taşıyan o akvam içinde, fitne-engiz hadisatın zuhuru zamanında, Hazret-i Ali gibi harikulâde bir cesaret ve feraset sahibi, Hâşimî ve âl-i beyt gibi kuvvetli, hürmetli bir kuvvet lâzım idi ki dayanabilsin. Evet, dayandı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın haber verdiği gibi, “Ben Kur’an’ın tenzili için harb ettim. Sen de tevili için harb edeceksin.” -2-
Hem, eğer Hazret-i Ali olmasaydı, dünya saltanatı, mülûk-u Emeviyeyi bütün bütün yoldan çıkarmak muhtemeldi. Halbuki, karşılarında Hazret-i Ali ve âl-i beyti gördükleri için, onlara karşı muvazeneye gelmek ve ehl-i İslâm nazarında mevkilerini muhafaza etmek için, ister istemez, Emeviye devleti reislerinin umumu, kendileri olmasa da, herhalde teşvik ve tasvipleriyle etbaları ve taraftarları, bütün kuvvetleriyle hakaik-i İslâmiyeyi ve hakaik-i imaniyeyi ve ahkâm-ı Kur’aniyeyi muhafazaya ve neşre çalıştılar. Yüz binlerle müçtehidîn-i muhakkikîn ve muhaddisîn-i kâmilîn ve evliyalar ve asfiyalar yetiştirdiler. Eğer karşılarında âl-i beytin gayet kuvvetli velâyet ve diyanet ve kemalâtı olmasaydı, Abbasîlerin ve Emevîlerin ahirlerindeki gibi, bütün bütün çığırdan çıkmak muhtemeldi.
Eğer denilse: “Neden hilâfet-i İslâmiye âl-i beyt-i Nebevîde takarrur etmedi? Halbuki en ziyade lâyık ve müstahak onlardı.”
Elcevap: Saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır. Âl-i beyt ise, hakaik-i İslâmiyeyi ve ahkâm-ı Kur’aniyeyi muhafazaya memur idiler. Hilâfet ve saltanata geçen, ya nebi gibi masum olmalı veyahut hulefâ-i raşidîn ve Ömer ibn-i Abdülaziz-i Emevî ve Mehdî-i Abbasî gibi harikulâde bir zühd-ü kalbi olmalı ki, aldanmasın. Halbuki, Mısır’da âl-i beyt namına teşekkül eden