evvel asr-ı cahiliyette, sahra-i bedeviyette farz et ki, her şey zulmet-i cehil ve gaflet altında perde-i cümud-u tabiata sarılmış olduğu bir anda Kur’an’ın lisan-ı semavisinden,
سَبَّحَ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ
veyahut,
تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ فٖيهِنَّ
gibi ayetleri işit, bak. Nasıl ki, o ölmüş veya yatmış olan mevcudat-ı âlem سَبَّحَ ... تُسَبِّحُ sadasıyla işitenlerin zihninde nasıl diriliyor, hüşyar oluyorlar, kıyam edip zikrediyorlar ve o karanlık gökyüzünde birer camid ateşpare olan yıldızlar ve yerde perişan mahlukat, تُسَبِّحُ sayhasıyla ve nuruyla işitenin nazarında gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar birer kelime-i hikmetnüma ve birer nur-u hakikat-edâ ve küre-i arz bir baş ve berr ve bahr birer lisan ve bütün hayvanlar ve nebatlar birer kelime-i tesbihfeşan suretinde arz-ı didar eder.
Meselâ, On Beşinci Sözde isbat edilen şu misale bak:
يَا مَعْشَرَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِ اِنِ اسْتَطَعْتُمْ اَنْ تَنْفُذُوا مِنْ اَقْطَارِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ فَانْفُذُواۜ لَا تَنْفُذُونَ اِلَّا بِسُلْطَانٍۚ
۞ فَبِاَىِّ اٰلَٓاءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ يُرْسَلُ عَلَيْكُمَا شُوَاظٌ مِنْ نَارٍ وَ نُحَاسٌ فَلَا تَنْتَصِرَانِ ۞ فَبِاَىِّ ۞ اٰلَٓاءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ
۞
وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابٖيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطٖينِ