Halbuki sefahete öyle müşevvikâne bir tasviri yapar ki,
ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz.
İştihayı kabartır, hevesi tehyic eder, his daha söz dinlemez.
Kur’an’daki edebse hevayı karıştırmaz.
Hakperestlik hissi, hüsn-ü mücerred aşkı, cemalperestlik zevki,
hakikat-perestlik şevki verir; hem de aldatmaz.
Kâinata tabiat cihetinde bakmıyor; belki bir sanat-ı ilâhî,
bir sıbga-i rahmanî noktasında bahseder; akılları şaşırtmaz.
Marifet-i Sâniin nurunu telkin eder. Her şeyde ayetini gösterir.
Her ikisi, rikkatli birer hüzün de veriyor; fakat birbirine benzemez.
Avrupazâde edebse, fakdü’l-ahbaptan, sahipsizlikten neşet eden
gamlı bir hüznü veriyor; ulvî hüznü veremez.
Zira sağır tabiat, hem de bir kör kuvvetten mülhemane aldığı
bir hiss-i hüzn-ü gamdar. Âlemi bir vahşetzar tanır; başka çeşit göstermez,
o surette gösterir. Hem de mahzunu tutar,
sahipsiz de olarak yabanîler içinde koyar, ümid bırakmaz.
Kendine verdiği şu hiss-i heyecanla git gide ilhada kadar gider.
Ta’tile kadar yol verir, dönmesi müşkil olur; belki daha dönemez.
Kur’an’ın edebi ise; öyle bir hüznü verir ki, âşıkane hüzündür,
yetimane değildir. Firaku’l-ahbabdan gelir; fakdü’l-ahbabdan gelmez.
Kâinatta nazarı, kör tabiat yerine, şuurlu, hem rahmetli
bir sanat-ı ilâhî onun medar-ı bahsi; tabiattan bahsetmez.