“Rabbim benimle konuşur. Kelâmın arkasında görüyorum
imanımla bir Rahman-ı nuranî.”
Bütün zîruh, hem de bütün kâinat birden böyle derler.
Zira onda tezahüm yoktur, inhisar da olamaz, o sermedidir, lâ-mekânî.
Ey sâil-i misalî! Sen ki îcaz istedin; ben de işaret ettim.
Eğer tafsil istersen, haddimin haricinde.. sinek seyretmez âsumanı.
Zira o kırk enva-ı i’cazından yalnız bir tekini ki, cezalet-i nazmîdir,
İşaratü’l-İ’caz’da, sıkışmadı tibyanı.
Yüz sahife tefsirim ona kâfi gelmedi. Senin gibi ruhanî ilhamları ziyade;
ben istiyorum senden tafsil ile beyanı.
Ulaşmaz dest-i edeb-i Garb-ı hevesbâr-ı hevakâr-ı dehâdar
De’b-i edeb ebed-müddet Kur’an-ı ziyabâr-ı şifakâr-ı hüdâdar 1
Kâmilîn insanların zevk-i meâlisini hoşnut eden bir hâlet, çocukca bir hevese,
sefihce bir tabiat sahibine hoş gelmez, onları eğlendirmez.
Bu hikmete binaen, bir zevk-i süflî, sefih, hem nefsî ve şehvanî içinde
tam beslenmiş; zevk-i ruhîyi bilmez.
Avrupa’dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat, romanvarî nazarla,
Kur’an’da olan letaif-i ulviyet, mezâyâ-yı haşmeti göremez, hem tadamaz.
Kendindeki mihengi ona ayar edemez.
Edebiyatta vardır üç meydan-ı cevelân; onlar içinde gezer, haricine çıkamaz;
Ya aşkla hüsndür, ya hamaset ve şehamet, ya tasvir-i hakikat.
İşte yabanî edebse hamaset noktasında hakperestliği etmez.