مَاشَاءَاللّٰهُ , بَارَكَ اللّٰهُ deyip, “Tılsım-ı kâinatı ve muamma-yı hilkati keşf ve feth eden yalnız sensin ey Kur’an-ı Kerim!” demişler. وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلٰى –temsilde kusur yok– esma ve sıfat-ı ilâhiye ve şuun ve ef’al-i rabbaniye, bir şecere-i tuba-i nur hükmünde temsil edilmekle, o şecere-i nuraniyenin daire-i azameti ezelden ebede uzanıp gidiyor. Hudud-u kibriyası, gayr-i mütenahî feza-i ıtlakta yayılıp ihata ediyor. Hudud-u icraatı,
يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ ۞ فَالِقُ الْحَبِّ وَالنَّوٰ hududundan tut, tâ
وَالسَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمٖينِهِ ۞ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ فٖى سِتَّةِ اَيَّامٍ
hududuna kadar intişar etmiş o hakikat-i nuraniyeyi bütün dal ve budaklarıyla gayat ve meyveleriyle o kadar tenasüble birbirine uygun, birbirine lâyık, birbirini kırmayacak, birbirinin hükmünü bozmayacak, birbirinden tevahhuş etmeyecek bir surette o hakaik-ı esma ve sıfatı ve şuun ve ef’ali beyan eder ki, bütün ehl-i keşif ve hakikat ve daire-i melekûtta cevelân eden bütün ashab-ı irfan ve hikmet, o beyanat-ı Kur’aniyeye karşı سُبْحَانَ اللّٰهِ deyip, “Ne kadar doğru, ne kadar mutabık, ne kadar güzel, ne kadar lâyık.” diyerek tasdik ediyorlar. Meselâ, bütün daire-i imkân ve daire-i vücuba bakan, hem o iki şecere-i azimenin bir tek dalı hükmünde olan imanın erkân-ı sittesi ve o erkânın dal ve budaklarının en ince