قُلْ لَوْ كَانَ مَعَهُ اٰلِهَةٌ كَمَا يَقُولُونَ اِذًا لَابْتَغَوْا اِلٰى ذِى الْعَرْشِ سَبٖيلًا ۞ سُبْحَانَهُ وَتَعَالٰى عَمَّا يَقُولُونَ عُلُوًّا كَبٖيرًا ۞ تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ فٖيهِنَّ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ وَ لٰكِنْ لَا تَفْقَهُونَ تَسْبٖيحَهُمْ اِنَّهُ كَانَ حَلٖيمًا غَفُورًا
İşte şu ayet der ki: “De; eğer dediğiniz gibi mülkünde şeriki olsaydı, elbette arş-ı rububiyetine el uzatıp müdahele eseri görünecek bir derecede bir intizamsızlık olacaktı. Halbuki, yedi tabaka semavattan tâ hurdebinî zîhayatlara kadar her bir mahluk, küllî olsun cüz’î olsun, küçük olsun büyük olsun, mazhar olduğu bütün isimlerin cilve ve nakışları dilleriyle o esma-i hüsnanın Müsemma-i Zülcelâlini tesbih edip, şerik ve nazirden tenzih ediyorlar.” Evet, nasıl ki sema, güneşler, yıldızlar denilen nur-efşan kelimatıyla, hikmet ve intizamıyla Onu takdis ediyor, vahdetine şehadet ediyor; ve cevv-i hava dahi, bulutların sesiyle, berk ve ra’d ve katrelerin kelimatıyla Onu tesbih ve takdis ve vahdaniyetine şehadet eder; öyle de zemin, hayvanat ve nebatat ve mevcudat denilen hayattar kelimatıyla Hâlik-ı Zülcelâlini tesbih ve tevhid etmekle beraber; her bir ağacı, yaprak ve çiçek ve meyvelerin kelimatıyla, yine tesbih edip birliğine şehadet eder. Öyle de, en küçük mahluk, en cüz’î bir masnu, küçüklüğü ve cüz’iyetiyle beraber, taşıdığı nakışlar ve keyfiyetler işaretiyle pek çok esma-i külliyeyi göstermek ile Müsemma-i Zülcelâli tesbih edip vahdaniyetine şehadet eder. İşte, bütün kâinat birden, bir lisan ile, müttefikan Hâlik-ı Zülcelâlini tesbih edip, vahdaniyetine şehadet ederek, kendilerine göre muvazzaf oldukları vazife-i ubudiyeti kemal-i itaatle yerine