kal’anın bu teşkilât-ı nuraniye ve mühimme dairesinde tanzim ve tarsini iktiza ettiği hengâmda, edna bir amele olarak, yüzbin defa haddimin fevkinde olan şu kudsî vazifeye, bu abd-i âciz de, tayin ve kabul edilmekteki tevfikat-ı sübhaniyeye karşı, secdegâh-ı rabbaniyede mütalâa ve riya olmasın, şu fani vücudumu aramsız ifna etsem, o mukaddes vazife dairesinde, bir dakika müşerrefiyetime mukabil ubudiyet etmiş olamayacağımdan, اِلٰهٖى اَنْتَ ذُو فَضْلٍ وَمَنٍّ وَ اِنّٖى ذُو خَطَايَا فَاعْفُ عَنّٖى kaside-i şerifesiyle arz-ı ubudiyet etmekle iktifa ettim.
“Hulûsi-i sani” Sabri
*
(Sabri’nin fıkrasıdır.)
Üstad-ı ekremim efendim hazretleri!
Ekalli, kırk seneden beri hakikat âleminde nurlar saçan nuranî, kudsî, feyizli sözlerin kâffesi, bütün safahatında tarikat ve seyr-i süluke ait pencereleri küşad ile, müştaklara temâşâ ve berk-i hatif misal تَعَالَوْا اَيُّهَا اْلاِخْوَانُ nida-i beliği ile davet etmekte iken, dürbünî bir nazara malik olanlar pek aşikâre görüp ve dinleyip iltica etmekte iseler de, bu abd-i pür-kusur onlarla omuz omuza yürüyen, tarikatın ne demek olduğunu, matla’-ı şems-i füyuzat ve menba-ı fevz-i necat olan Yirmi Dokuzuncu Nüktesini okuduktan sonra, alâ kaderi’l-istitaa öğrendim. Nihayetsiz füyuzat ve hadsiz ezvak-ı mütenevviayı havi olduğunu, bir kat daha tasdik ettim. Elhamdülillâh, şu nüktede nura muhtaç kalbime lâyuad nurlar bahşedildi.
Kalbimin hissedip, lisanımın ifadeye muktedir olamadığı derya-yı hakikata dalarak, şu eser-i giranbâhanın şayan-ı menn ve şükran olduğunu arz ve maba’dının tevali ve temadisini can ve yürekten taleb ve temenni etmekte iken, işte tetimmesi olan üç telvih de ihsan buyuruldu.