Yalnız musallinin Kâbe’ye olan şu hayalî nazarı, kasdî değil tebeî bir şuurdan ibaret bulunmalıdır.
REMZ
Arkadaş! Vesvese ve evham zulmetleri içinde yürürken, Resul-i Ekrem (a.s.m.)’ın sünnetleri birer yıldız, birer lâmba vazifesini gördüklerini gördüm. Her bir sünnet veya bir hadd-i şer’î zulmetli dalâlet yollarında güneş gibi parlıyor. O yollarda, insan zerre miskal o sünnetlerden inhiraf ve udûl ederse; şeytanlara mel’ab, evhama merkeb, ehval ve korkulara ma’rez ve dağlar kadar ağır yüklere matiyye olacaktır.
Ve keza, o sünnetleri, sanki semadan tedelli ve tenezzül eden ipler gibi gördüm ki, onlara temessük eden yükselir, saadetlere nail olur. Muhalefet edip de akla dayananlar ise, uzun bir minare ile semaya çıkmak hamakatinde bulunan Firavun gibi bir firavun olur.
REMZ
Arkadaş! Nefste öyle dehşetli bir nokta ve açılmaz bir ukde var ki, zıtları birbirinden tevlid eder. Ve aleyhte olan her bir şeyi lehte zanneder. Meselâ: Güneşin eli sana yetişir, ziyasıyla başını okşar. Fakat, senin elin ona yetişemez. Ve senin keyfin üzerine hareket etmez. Demek, şemsin sana karşı iki ciheti vardır. Biri kurb, diğeri bu’d. Eğer senin ondan baid olduğun cihetle “O bana tesir edemez” ve onun sana karib olduğu cihetle “Ona tesir edebilirim” desen, cehlini ilân etmiş olursun.
Kezalik, Hâlik ile nefs arasında da bir kurb ve bu’d vardır. Kurb Hâlikındır, bu’d nefsindir. Eğer nefs uzaklığı cihetiyle enaniyet ile Hâlika bakıp, “Bana tesir edemez” diye bir ahmaklıkta bulunursa dalâlete düşer. Ve keza, nefs mükâfatı gördüğü zaman, “Keşke ben de öyle yapaydım, böyle olaydım” der. Mücazatın şiddetini de gördüğü vakit, teami ve inkar ile kendisini teselli eder.