İ’lem eyyühe’l-aziz! Sath-ı âlemde kurulan şu sergi-i ilâhîde teşhir edilen tezyinata, kemalata, güzel manzaralara ve rububiyetin haşmetiyle ulûhiyetin azametine bir müşahid, bir mütenezzih, bir mütehayyir, bir mütefekkir lâzımdır ki, o güzellikleri görsün; o manzaralar arasında tenezzüh etsin; o harika nakışlara, ziynetlere tefekkür ile hayran olsun. Sonra o sergiden sâniinin celâline, malikinin iktidar ve kemalatına intikal ile onun azametine secde-i hayret etsin. Bu vazifeyi ifa edecek insandır. Çünkü, insan gerçi cahil, zulmetli bir şeydir amma, öyle bir istidadı vardır ki, âleme bir enmuzec ve bir numune olmaya liyakatı vardır. Hem o insanda öyle bir emanet vedia bırakılmıştır ki, onun ile gizli defineyi bulur, açar. Hem o insandaki kuvvetler tahdit edilmiyerek mutlak bırakılmıştır. Buna binaen küllî bir nevi şuur sahibi olur ki, Sultan-ı Ezelin azamet ve haşmetinin şâşaasını idrak ediyor.
Evet, maşukun hüsnü âşıkın nazarını istilzam ettiği gibi, Nakkaş-ı Ezelinin rububiyeti de insanın nazarını iktiza eder ki, hayret ve tefekkürle takdir ve tahsinlerde bulunsun.
Evet, gül ve çiçeklerin yüzlerini güzelleştiren zat, nasıl o güzel yüzlere arılardan, bülbüllerden istihsan eden âşıkları icad etmesin. Ve güzellerin güzel yüzlerinde güzelliği yaratan, elbette o güzelliğe müştakları da yaratır.
Kezalik, bu âlemi şu kadar ziynetler ile, nakışlar ile tezyin eden malikü’l-mülk, elbette ve elbette o harika, antika, mucize manzaraları, ziynetleri, seyircilerden, müşahidlerden âşık ve müştaklardan, arif dellâllardan hâli bırakmayacaktır. İşte camiiyeti dolayısıyla insan-ı kâmil, halk-ı eflâke ille-i gaiye olduğu gibi, halk-ı kâinata da semere ve netice olmuştur.
İ’lem eyyühe’l-aziz! Eşya arasındaki tevafuk, Sâniin Vahid, Ehad olduğuna delâlet ettiği gibi, aralarında bulunan muntazam tehalüf de, Sâniin