Üçüncü Vecih: Evvelki ayetle canlı mahlukatın meskenleri olan arz ve semavata işaret edilmiştir. Bu ayet ile de o meskenlerin sâkinleri olan beşer ve melâikeye işaret edilmiştir. Ve keza, o ayet, hilkatin silsilesine; bu ayet ise, zevi’l-ervahın silsilesine işaret etmişlerdir.
Dördüncü Vecih: Evvelki ayette hilkatten maksat beşer olduğu ve Hâlikın yanında beşerin bir mevki sahibi bulunduğu tasrih edildiğinde sâmiin zihnine geldi ki: “Bu kadar fesad, şürur ve kötülüğü yapan beşere bu kadar kıymet neden verildi? Cenab-ı Hakka ibadet ve takdis için şu fesadcı beşerin vücuduna, hikmetin iktizası ve rızası var mıdır?” Sâmiin bu vesvesesini def’ için şöyle bir işarette bulundu ki: Beşerin o şürur ve fesadları, onda vedia bırakılan sırra mukabele edemez; affolur. Ve Cenab-ı Hak, onun ibadetine muhtaç değildir; ancak Allâmü’l-Guyubun ilmindeki bir hikmet içindir.
Cümlelerin arasındaki irtibata geldik:
وَاِذْ : Bu kelime, وَهُوَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلِيمٌ cümlesine atıftır. Halbuki aralarında münasebet olmadığı gibi; اِذْ , diğer bir اِذْ ’i iktiza eder. Binaenaleyh, böyle bir takdire lüzum vardır: اِذْ خَلَقَ مَا خَلَقَ مُنْتَظِمًا وَاِذْ قَالَ رَبُّكَ ilâ âhir.
Bu takdirde, ikinci اِذْ birincisine atıf olur ve her iki cümle arasında da münasebet bulunur.
اِنِّى جَاعِلٌ فِى اْلاَرْضِ خَلِيفَةً : Cenab-ı Hak, müşavere yolunu öğretmek ile beşerin hilâfetindeki hikmetin sırrını melâikeye istifsar ettirmek üzere bu cümleyi söyledi. Sâmiin zihni, üç noktayı nazara alarak harekete geçti:
1. Melâike ne dediler?
2. Taaccüble hikmeti sordular.
3. Cinlere hâlife olmakla beraber, beşerde de kuvve-i gadabiye ve şeheviye halk edilmiştir. Bunlar, cinlerden daha ziyade fesad yapacaklardır.