insanın cevherinde vedia bırakılan o örneklerin her birisi, kendi âlemine bir pencere olur. İnsan, o pencereden o âleme bakar. Ve o âleme tecelli eden sıfatla, o âlemden tezahür eden isme bir mir’at ve bir ayine olur. O vakit insan, ruhuyla, cismiyle âlem-i şehadet ve âlem-i gayba bir hülâsa olur. Ve her iki âleme tecelli eden, insana da tecelli eder. İşte bu cihetle, insan, sıfât-ı kemaliye-i ilâhiyeye hem mazhar olur, hem müzhir olur. Nitekim Muhyiddin-i Arabî, كُنْتُ كَنْزًا مَخْفِيًّا فَخَلَقْتُ الْخَلْقَ لِيَعْرِفُونِى hadis-i şerifinin beyanında, “Mahlukatı yarattım ki, bana bir ayine olsun ve o ayinede cemalimi göreyim” demiştir.
ل : لِلّٰهِ , burada ihtisas içindir. Hamdin Zat-ı Akdese has ve münhasır olduğunu ifade eder. Bu ( ل )’ın mütealliki olan ihtisas hazf olduktan sonra ona intikal etmiştir ki, ihlâs ve tevhidi ifade etsin.
İhtar: Müşahhas olan bir şeyin umumî bir mefhum ile mülâhaza edildiğine binaen; Zat-ı Akdes de müşahhas olduğu halde, Vacibü’l-Vücud mefhumuyla tasavvur edilebilir.
رَبِّ : Yani, her bir cüz’ü bir âlem mesabesinde bulunan şu âlemi bütün eczasıyla terbiye ve yıldızlar hükmünde olan o cüzlerin zerratını kemal-i intizamla tahrik eder.
Evet, Cenab-ı Hak, her şey için bir nokta-i kemal tayin etmiştir. Ve o noktayı elde etmek için, o şeye bir meyil vermiştir. Her şey, o nokta-i kemale doğru hareket etmek üzere, sanki manevî bir emir almış gibi, muntazaman o noktaya müteveccihen hareket etmektedir. Esna-i harekette, onlara yardım eden ve mânilerini def’ eden, şüphesiz Cenab-ı Hakkın terbiyesidir. Evet, kâinata dikkatle bakıldığı zaman, insanların taife ve kabileleri gibi, kâinatın zerratı, münferiden ve müçtemian hâliklarının kanununa imtisalen, muayyen olan vazifelerine koşmakta oldukları hissedilir. Yalnız bedbaht insanlar müstesna.