لَوْ كُلُّ كَلْبٍ عَوٰى اَلْقَمْتَهُ حَجَرًا * لَمْ يَبْقَ فِى هٰذِهِ الْكُرَّةِ اَحْجَارُ
Yani, “Her üren kelbin ağzına bir taş atacak olsan, dünyada taş kalmaz.”
Bu ayeti mâkabliyle rabteden ikinci vecih ise:
Evvelki ayet vaktâ ki ibadeti emretti; sanki, “İbadetin keyfiyeti nasıldır?” diye sâmiin zihnine bir sual geldi. “Kur’an’ın talim ettiği gibi,” diye cevap verildi. Tekrar, “Kur’an’ın Allah’ın kelâmı olduğunu nasıl bileceğiz?” diye ikinci bir suale daha kapı açıldı. Bu suale cevaben
وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا (ilâ ahir) ayetiyle cevap verildi. Demek, her iki ayetin arasındaki cihet-i irtibat, bir sual cevap ve bir alışveriştir.
Arkadaş! Bu ayetin ihtiva ettiği cümlelerin arasına girelim, bakalım, aralarında ne gibi münasebetler vardır?
Evet, وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا cümlesi, mukadder bir suale cevaptır. Çünkü, Kur’an, evvelki ayette ibadeti emrettiği vakit, “Acaba ibadete olan bu emrin Allah’ın emri olup olmadığını nasıl anlayacağız ki, imtisal edelim?” diye bir sual, sâmiin hatırına geldi. Bu suale cevaben denildi ki: “Eğer Kur’an’ın ve dolayısıyla bu emrin Allah’ın emri olduğunda şüpheniz varsa, kendinizi tecrübe ediniz ve şüphenizi izale ediniz.”
Ve eyzan, vaktâ ki Kur’an, surenin evvelinde لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ cümlesiyle kendisini sena etti, sonra mü’minlerin methine, sonra kâfir ve münafıkların zemmine intikal etti, sonra ibadet ve tevhidi emrettikten sonra surenin başına dönerek لاَ رَيْبَ فِيهِ cümlesini te’kiden وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ (ilâ ahir), cümlesini zikretti. Yani, Kur’an, şek ve şüphelere mahal değildir. Sizin şüpheleriniz, ancak kalblerinizin hastalığından ve tabiatınızın sakametinden neş’et ediyor. Evet, gözleri hasta olan, güneşin ziyasını inkâr eder; ağzı acı olan, tatlı suya acı der.