Evet, Kur’an-ı Azimüşşanın müfessiri, yüksek bir deha sahibi ve nafiz bir içtihada malik ve bir velâyet-i kâmileyi haiz bir zat olmalıdır. Bilhassa bu zamanlarda, bu şartlar ancak yüksek ve azim bir heyetin tesanüdüyle ve o heyetin telâhuk-u efkârından ve ruhlarının tenasübüyle birbirine yardım etmesinden ve hürriyet-i fikirlerinden ve taassuplarından azade olarak tam ihlaslarından doğan dâhi bir şahs-ı manevîde bulunur. İşte, Kur’an’ı ancak böyle bir şahs-ı manevî tefsir edebilir. Çünkü, “Cüzde bulunmayan küllde bulunur” kaidesine binaen, her fertte bulunmayan bu gibi şartlar heyette bulunur.
Böyle bir heyetin zuhurunu çoktan beri bekliyorken, hiss-i kablelvuku kabilinden olarak, memleketi yıkıp yakacak büyük bir zelzelenin arifesinde bulunduğumuz zihne geldi. (Haşiye 1) “Bir şey tamamıyla elde edilemediği takdirde, o şeyi tamamıyla terk etmek caiz değildir” kaidesine binaen, acz ve kusurumla beraber, Kur’an’ın bazı hakikatleriyle, nazmındaki i’cazına dair bazı işaretleri tek başıma kaydetmeye başladım. Fakat, Birinci Harb-i Umumînin patlamasıyla, Erzurum’un, Pasinler’in dağ ve derelerine düştük. O kıyametlerde, o dağ ve tepelerde fırsat buldukça, kalbime gelenleri, birbirine uymayan ibarelerle, o dehşetli ve muhtelif hallerde yazıyordum. O zamanlarda, o gibi yerlerde, müracaat edilecek tefsirlerin, kitabların bulunması mümkün olmadığından, yazdıklarım yalnız sünuhat-ı kalbiyemden ibaret kaldı. Şu sünuhatım, eğer tefsirlere muvafık ise, nurun âlâ nur; şayet muhalif cihetleri varsa, benim kusurlarıma atfedilebilir. Evet, tashihe muhtaç yerleri vardır, fakat hatt-ı harbde, büyük bir ihlâs ile, şehidler arasında yazılıp giydirilen o yırtık ibarelerin tebdiline –şehidlerin kan ve elbiselerinin tebdiline cevaz verilmediği gibi– cevaz veremedim ve kalbim razı olmadı; şimdi de razı değildir. Çünkü o zamandaki ihlâs ve hulûsu, şimdi bulamıyorum. (Haşiye 2)